İzzettin Önder
Asgari ücret görüşmeleri döneminde olduğu kadar, halen de devam eden yoksulluk tartışmaları mutlak düzeyi ile ele alındığı için fazla ürkütücü olamamaktadır. Hatta bir zamanlar bazı siyasilerin yaptığı gibi, yoksulluk gerekçesini baskılayabilmek için esnafı memurla ya da sair guruplarla karşı karşıya getirmek dahi meşrulaştırılabilmektedir. Mutlak yoksulluk tartışmalarında, hiçbir karşılaştırmaya yer verilmeden münferiden bireyin ekonomideki yeri ele alınır. Bu sistemde sürdürülen tartışmada bireyin yetersizliğinden, devletin olanaksızlığına dek bir dizi anlamlı ya da anlamsız fikir kırıntıları ile mesele temelsiz bir tartışmaya dökülmüş olarak, hem ortaya sürülüp kısmen savunulmuş, hem de maalesef geçiştirilmiş olur. Böylesi kısır tartışmanın gizli bir amacı da, yoksulluktan birinci derece sorumluluğu bireye yüklemektir.
Tartışma bazen mukayeseli yapılarak anlamlı alanlara çekilir gibi olmakla beraber, bu alanda fazla yol alınamamaktadır. Bence meseleye doğrudan göreli yoksulluk tanımı açısından yaklaşılmalı ve tüm tartışmayı böylesi ekonomi-politika alanına taşımalıdır. Dar yaklaşımla mutlak yoksulluk tartışmalarında bir emekçinin geliri mutlak yoksulluk sınırını aştığında sorun önemli ölçüde halledilmiş olarak algılanır. Şöyle ki, mutlak yoksulluk sınırını aşan emekçinin toplumdaki göreli yeri korunamamış, hatta daha da kötüleşmiş dahi olsa emekçinin savunusu kırılmış olabilir. Kapitalizmin yürüyüş dinamiği olan gelir dağılımını bozması olağan olarak emekçileri aşağı konuma çeker. Bu nedenle, mutlak yoksulluk yanında, hatta onda da öte göreli yoksulluk ölçütü geliştirilmeli ve maaş ve ücret artışlarında kullanılmalıdır.
Çaresizce savunulan ve uygulaması dayatılan sosyal devlet politikalarında asıl ölçü göreli yoksulluk olmalıdır. Zira yoksulluk, mutlak olarak algılanan durum olmanın ötesinde, toplumdaki genel yaşam koşulları bağlamında hissedilen durumdur. Göreli yoksulluğunu hisseden emekçinin verimi düşük olur. Verim yükseltilmesi için firmalarda ve bürolarda açık alan uygulaması ve masa başından kalkılan her saniyenin sayıldığı çalışma koşullarının getirilmesi bir önlem olarak görülmektedir. Ancak, ilk bakışta başarılı algılanan böylesi çirkin muameleler, emekçinin direnciyle karşılaştığı her aşamada daha farklı ve zecri önlemleri gündeme getirebilir. Kısacası patron ve devlet daha insanî yollarla yapabileceğini katı ve örtülü zorbalıkla yapmaya yeltenir.
Geçmişte büyük firmalarda çalışanların bir aile hissi içine girmeleri için hafta sonu piknikler ya da toplantılar tertiplenirdi. Açıktır ki, bu tür birliktelikler ister istemez sömürü algısını hafifletir ve iş verimini yükseltebilir. En ufak bir kriz uyarısında fırsatçılıkla emekçiyi dışarıda bırakacak kadar vahşileşen patronlar artık emekçide aile hissi yaratma endişesine da girmemektedir. Öyle ya, aile algısı yaratıldıktan sonra fırsatçı emekçi tensikatı nasıl yapılabilir ki! Kapitalizm sıkıştıkça çalışanlarla sıcak aile ortamı oluşturma konumundan uzaklaşırken, doğal olarak göreli yoksulluk gündeme dahi gelmeyip, ancak devlet makamlarının inandırıcılığı düşük enflasyon ya da sair verilerle ücret ve maaş belirlemesi yetinilmektedir.
Denebilir ki, ücret ve maaşlar genel ekonomik durumla bağlantılıdır, bu nedenle ancak enflasyon oranında ayarlama yapılabilir, onun üzerinde ekonominin genel gelişmesinden pay olarak iyileştirme yapılamaz. Ya da ilgili bakanın asgari ücret toplantısında saygısızca ortaya koyduğu örtülü tehdit de ilk bakışta geçerli görülebilir. Bu gerekçelerin hangi ortamda kullanıldığı fevkalade önemlidir. Ne var ki, ortamın yaratılmasında, ekonomik durumun oluşturulmasında ve enflasyonun denetlenmesinde emekçiler amil olmayıp, kendileri dışında yaratılan olumsuzluğun mağdurudur. Yatırımlarla büyüyen istihdam olanağı sağlanması kadar, verimliliğin yükseltilerek emekçinin payı da dâhil, tüm diğer masrafların makul düzeyde karşılanması emekçinin değil, patron-devlet işbirliğinin eseridir. Hal böyle olunca, asgari ücret görüşmelerinde emekçinin konumu ve payı ile birlikte patronun çabaları ve ortaya koyduğu sonuçlar da masaya yatırılmalıdır. Şöyle ki, yıllar itibariyle asgari ücretin reel düzeyi kadar, yıllar itibariyle ekonominin ya da münferiden sektörlerin verimlilik ve kâr artışları da tartışılmalıdır.
Asgari ücret tartışmalarında konuyu salt ücret alanında tutmayıp, genel yatırımlar ve verimlilik meselelerine taşınması çok ciddi zihniyet değişimini gerektirir. O da şu ki, ekonominin yönetimi salt patron-devlet işbirliği ile değil, üretici faktörlerin de aynı ağırlıkta işbirliği ile gerçekleştirildiği görüşünün kabulüdür. Bu konu patronları da devleti de rahatsız eder, ancak sendikaların salt ücret pazarlığı ile yetinmeyip, işin köküne inecek şekilde ekonomik demokrasi tartışmasını gündeme taşıması, devlet yönetiminde kuvvetler ayrılığı tartışması kadar önemlidir. Zira her iki durumda da rahatsız olunan ve tartışılan durumlar temelde ana meselelerin tartışılmaması ve çözülmemesinin sonucudur.
Kaynak: Evrensel