Bugün Türkiye’de bir ekonomik krizin yaşandığı herkes tarafından kabul ediliyor. Üstelik henüz krizin başındayız; önümüzdeki aylarda çok sayıda şirketin borcunu ödeyememesi, iflas etmesi, işletmelerin işçi çıkarması, işsizliğin yükselmesi, halkın alım gücünün ciddi şekilde düşmesi bekleniyor. Bir de krizin faturasının kime yıkılacağı sorunu var. Sistem krizden çıkabilmek için faturayı işçiler ve emekçilere kesmek isteyecek. Yüklü şirket borçlarının devlet tarafından üstlenilmesi gündeme gelebilecek. Böyle olursa söz konusu şirketlerin borçları vatandaşın vergileriyle ödenecek. Dolayısıyla borç yükünün bu konuda hiçbir sorumluluğu olmayan çalışanların, işçilerin ve emekçilerin sırtına yüklenmesi yüksek bir ihtimal. Bu durumda dolaylı vergilerin artırılması, toplumun geniş kesimlerinin faydalandığı eğitim, sağlık gibi hizmetlerde ve yoksullara sağlanan sosyal yardımlarda büyük kesintilere gidilmesi söz konusu olacak.
İçinde bulunduğumuz şartlarda, hayatını zor koşullarda çalışarak kazanan işçiler ve emekçiler açısından iki konu önem taşıyor: 1) Bir daha benzer krizlerin yaşanmaması için mevcut krize hangi politikaların neden olduğunu ortaya koymak. 2) Kriz daha da derinleştikçe gündeme gelecek “fedakârlık yapma” taleplerine karşı “fedakârlığın” krizden sorumlu olanlar ve uygulanan politikalar sayesinde kârlarına kâr katanlar tarafından yapılmasını istemek.
Bu Kriz Nasıl ve Neden Oldu?
Aslında her vatandaş son 16 yılda gündelik yaşantısını ve etrafında gördüklerini şöyle bir hatırlayarak bu soruyu yanıtlayabilir. Hepimiz hatırlıyoruz: Ülkemiz son 15 yılda yapay bir zenginleşmeye, özellikle orta ve üst gelir gruplarının hayat standardının yükselmesine, her yerde AVM’lerin açılmasına, dağlara tepelere lüks konutlar inşa edilmesine, içine benzin koyacak parayı bulamayanların krediyle araba almasına, kredi çekerek konut alma furyasına, kısacası hiç görülmedik bir tüketim ekonomisine şahit oldu. Bütün bunlar olurken, yani orta ve üst kesimler tüketim çılgınlığına kapılmış giderken, toplumun bütün yükünü işçiler ve emekçiler çekiyordu. “Ucuza” üretim adına işçilerin sendikalaşma hakları fiilen ellerinden alınıyor, bir tür kölelik olan taşeronlaştırma politikaları uygulanıyor ve çok sayıda işçi iş kazalarında hayatını kaybediyordu.
Bu tüketim furyası almış başını gidiyordu; fakat harcanan para kendi paramız değildi. Yani üreterek kazandığımız bir para değildi. Dışarıdan borç aldığımız paraydı. O zamanlar, özellikle 2013 yılına kadar uluslararası koşullar borçlanmak için çok uygundu. Bütün gelişmiş ülkelerin merkez bankaları, 2007/8’de yaşanan küresel ekonomik krizi atlatabilmek için çok miktarda dolar ve avro basıyorlardı. O zamanlar ABD ve Avrupa ülkelerinde faizler çok düşük ve piyasa çok durgun olduğundan basılan paralar Türkiye gibi “gelişmekte olan ülkelere” yöneldi. Adeta herkes Türkiye’deki bankalar ve şirketlere düşük faizle borç vermek için kuyruğa girmişti. Elbette bu durum siyasi iktidarın da işine geldi. Yaşanan bu “sahte” zenginleşme ve tüketim furyası seçim kazandırıyordu çünkü. Öyleyse neden daha fazla borçlanılmasın ve daha fazla inşaat, rezidans, alışveriş merkezi yapılmasındı? Hatta, Haziran 2009’da alınan bir kararla, döviz geliri olmayan şirketlerin dövizle borçlanmasının önündeki yasak kaldırıldı ve böylece bugünkü krize giden yol döşenmiş oldu.
Bu noktada bazı sayısal verilere yer vermek gerekebilir. Bu dönemde devlet aşırı oranda borçlanmadı, doğru. Fakat rant ve tüketim ekonomisini sürdürmek için Türkiye tarihinde ilk kez özel şirketler ve bankalar aşırı ölçüde borçlanma yoluna gitti. Bu arada tüketim furyası sürebilsin diye çoğu vatandaşın cebine kredi kartları kondu; insanlar konut, taşıt, ihtiyaç kredisi kullanmaya özendirildi. Örneğin Türkiye’nin 2002’de toplam borç yükü (kamu borçları + özel sektör şirketlerinin borçları + hanehalkları, yani vatandaşın bireysel borcu) 366 milyar TL idi. 2016’ya gelindiğinde bu rakam 2 trilyon 953 milar TL’ye yükseldi. Fakat asıl yükseliş bankalar dışındaki özel sektör şirketleri ve vatandaşın bireysel borçlarında gerçekleşti. Bankalar dışındaki özel sektör şirketlerinin yurt dışından ve Türkiye’deki bankalardan aldığı krediler 2002 yılında toplam 88 milyar TL idi. 2016’ye geldiğimizde bu borç yükü inanılmaz bir artış gösterip 1 trilyon 709 milyar TL’ye çıktı. Bu arada vatandaşın kullandığı bireysel krediler ve kredi kartlarından kaynaklanan borcu da devasa oranda arttı. 2002’de vatandaşın bireysel kredi borcu toplamda 6,6 milyar TL idi. 2016’ya geldiğimizde vatandaşın toplam bireysel kredi borcu 440 milyar TL’ye çıktı.[1] Başka bir deyişle vatandaş gelirini yerli ve yabancı bankalara ipotek ettirdi ve karşılığında cep telefonu, araba ve konut aldı. Verileri dolar üzerinden de vermek mümkün. Mevcut siyasi iktidarın yönetimde olduğu dönem boyunca, yani 2003-2017 arasında özel sektörün borcu % 634 oranında, yani 273 milyar dolar artış gösterdi.[2]
“Lale Devrinin” Sonu ve Ekonomiyi Krize Sokan Politikalar
Elbette dünyadaki bu döviz bolluğunun bir gün sonuna gelinecekti. Nitekim o günler geldi çattı. 2013 Mayısında, Amerikan Merkez Bankası (FED) piyasaya sürdüğü trilyonlarca doları geri çekeceğini açıkladı. O zamandan bu yana da aşama aşama çekiyor ve Amerika Birleşik Devletleri’ndeki faizleri yükseltiyor. Böylece bizim gibi “gelişmekte olan ülkelere” akın eden yatırımcılar paralarını çekmeye ve daha güvenli gördükleri gelişmiş ülkelere yönlendirmeye başlıyorlar. Sonuç olarak TL gün geçtikçe dolar ve avro karşısında değer kaybediyor. Hemen her şeyi dışarıdan ithal eden bir ekonomik düzen kurulduğu için dövizdeki her artış halka enflasyon olarak yansıyor.
Burada yanlış olan neydi? Birincisi, siyasi iktidar bir gün Türk bankaları ve şirketlerine borç verenlerin borçlarını geri isteyeceğini bile bile, sırf seçim kazanmak için bu yapay zenginleşmeyi ve refah artışını körükledi. Oysa herkesin bildiği gibi, borç köleliktir. Borç verenler günün birinde durumunuzun kötüleştiğini gördüklerinde paralarını geri ister ve bunun için ülkenin altından kalkması güç koşullar dayatırlar.
Fakat uygulanan politikalar bununla sınırlı değildi. Sadece hanehalkları, bankalar ve şirketlerin aşırı borçlanmasına göz yumulmakla kalınmadı. Yurt dışından düşük faizle alınan borçlar, daha dün adını bile duymadığımız inşaat şirketlerinin büyümesi ve zengin edilmesi için kullanıldı. Kuşkusuz yapılabilecek en büyük yanlış buydu. Alınan borçlar üretken yatırımlar için, daha fazla işçi çalıştıran fabrikalar ve tesislerin ekonomiye kazandırılması için kullanılmadı. Bol bol inşaat yapmak ve belirli bir kesimin yaptığı binaları hızla paraya çevirerek kısa yoldan zengin olması için kullanıldı.
Diğer yandan, gerekliliği son derece tartışmalı büyük altyapı projelerine girişildi. Havaalanları, tüneller, köprüler “kamu özel işbirliği” (KOİ) adı altında bazı inşaat firmalarına ihale edildi. Bu firmaların devasa altyapı yatırımları için yurt dışından aldıkları kredilere Hazine, yani devlet garantisi verildi. Firmalar bu kredileri ödeyemezse devlet oluşacak borcu onların yerine ödemeyi taahhüt etti. Son olarak, havaalanları ve köprüler için firmalara yolcu ve geçiş garantileri verildi.
Bugün yapılan bu sözleşmeler nedeniyle, bazı köprülerden garanti edilen taşıt sayısından daha az taşıt geçtiği için aradaki fark devlet tarafından ödeniyor. Üstelik garanti edilen miktar dövize endekslenmiş durumda. Fark ödemleri TL değil, döviz üzerinden yapılıyor. Benzer bir garanti, bu kez yolcu sayısı garantisi olarak, yeni yapılan havaalanlarında karşımıza çıkıyor. Burada bazı somut veriler vermek mümkün. Örneğin Milletvekili Haydar Akar’ın verdiği bilgilere göre, Hazine Avrasya Tüneli için günlük 68 bin araç geçiş garantisi verdi. 2017 yılında otomobil ve minibüs geçiş ücretleri dolar bazında belirlendi. Aynı yıllın ilk beş ayında günde ortalama sadece 34 bin araç geçiş yaptı. Bu hesaba göre, 2017’nin ilk 5 ayında garanti edilen ile geçiş yapan araç sayısı arasında farkın karşılığında Hazine’nin işletmeci firmaya 78 milyon TL ödeme yapması gerekiyordu.
Başka bir örnek Osmangazi Köprüsü’nden. Sözleşmeye göre işletmeci firmaya günlük 40 bin araç geçiş garantisi verildi. Geçiş bedeli 37,8 dolar olarak belirlendi. Oysa 2017’nin ilk dört ayında Osmangazi Köprüsü’nde günlük 40 bin aracın yarısına bile ulaşılamadı. Bu durumda 2017’nin ilk dört ayı için Hazine’nin işletmeci firmaya 585 milyon TL fark tutarı ödemesi gerekiyordu. İstanbul’daki 3. Köprü için de durum farklı değil. Bu köprü için günlük tek yönlü olarak 135 bin araç geçiş garantisi verildi. Buna göre 2017’nin ilk 4 ayı için garanti edilen araç sayısı 16 milyon 200 bin idi. Halbuki bu dönemde 3. Köprü’den sadece 4 milyon 600 bin araç geçti. Dolayısıyla Hazine’nin garanti kapsamında ödemesi gereken tutar 140,4 milyon TL’ye ulaştı. Milletvekili Akar bu durumun devamı halinde 2017 sonuna kadar Avrasya Tüneli, Osmangazi Köprüsü ve 3. Köprü için Hazine’nin işletmeci firmaya ödeyeceği tutarın 2,4 milyar TL olacağını öngörüyordu.[3] Elbette bu para, halkın parasıydı.
Sonuçta bugünkü ekonomik krizin sorumlusu olarak iki temel politikadan bahsedebiliriz. Bunlardan ilki, bankaların ve şirketlerin aşırı şekilde dövizle borçlanmasına göz yumulmasıydı. Bu elbette siyasi bir tercihti ve “Lale Devri” gibi geçici bir refah artışından faydalanarak oy devşirmek için yapılmıştı. İkincisi ise, alınan borçların siyasi iktidara yakın kesimler, özellikle inşaat şirketleri tarafından deyim yerindeyse “betona gömülmesi” oldu. Öyle ki son 16 yılda üretken, istihdamı artırıcı alanlara yapılan yatırımlar hızla düşerken inşaat sektörü “altın çağını” yaşadı. Bunun Türkçesi, döviz üzerinden alınan borçların betona gömülmesidir. Ne yazık ki kriz gelip çattığında beton ve asfalt yiyerek yaşamamız mümkün değildir.
Türkiye’de sistem hep böyle çalışmıştır. Her siyasi iktidar kendine yakın sermaye gruplarının zahmet gerektirmeyen geri teknolojilerle üretkenliği çok düşük alanlara yatırım yapmasını sağlamış, böylece kendi zenginlerini yaratmıştır. Fakat bu politikanın bedeli ağır olmuştur. Ekonomik kriz kapıya dayanınca faturayı ödeyenler, o süreçte kolay yoldan zenginleşenler değil işçiler, emekçiler, halkın çalışarak geçimini sağlayan kesimleri olmuştur.
Krizin Faturasını Yine İşçiler ve Emekçiler mi Ödeyecek?
Bugün ekonomi siyasi iktidarın yansıtmaya çalıştığından çok daha kötü durumda. Basından takip ettiğimiz gibi çok sayıda firma “konkordato” ilan ediyor, yani borçlarını ödeyemedikleri için erteleme ve yeniden yapılandırma yoluna gidiyor. İşçi çıkartan işyerlerinin sayısı gün geçtikçe artıyor.
Böyle devam etmesi halinde krizin bankacılık sektörüne sıçraması tehlikesi var. Zira çok sayıda şirket bankalardan aldığı kredileri ödeyemezse, bu kez kredileri vermiş olan bankalar zor duruma düşebilecek.
Sistem ve siyasi iktidar bu gidişata bir yerde müdahale edecek. Bununla birlikte, nasıl müdahale edeceği ne yazık ki büyük ölçüde kendi tercihlerine bağlı değil. Uluslararası finans çevreleri verdikleri borçları geri almak derdinde ve bunun için siyasi iktidara baskı yapıyorlar. Siyasi iktidar eninde sonunda Türkiye’ye kaynak akışını sağlamak için söz konusu çevreleri tatmin edecek bir ekonomik programı yürürlüğe koyacaktır. Dana önceki krizlerden, örneğin 2001 krizinden bildiğimiz gibi, siyasi iktidarların uluslararası finans çevreleriyle uzlaşarak yürürlüğe koyduğu programlar işçilerin, emekçilerin çıkarına programlar olmadı. Aksine, krizin bütün yükünü işçiler, emekçiler, çalışan sınıflar sırtlandı.
Bugün uluslararası finans çevreleri siyasi iktidardan devlet harcamalarında tasarrufa gitmesini istiyor. Nitekim siyasi iktidar tarafından açıklanan Yeni Ekonomi Programı (YEP), devlette 76 milyar TL tasarrufa gidilmesini öngörüyor. Bunun yaklaşık 60 milyarlık kısmı devlet harcamalarından, yatırımlarından, teşviklerinden, sosyal güvenlikten ve devletin mal ve hizmet alımlarından yapılacak.[4] Ne yazık ki devlet harcamalarından yapılacak kesintiler sadece makam arabalarının sayısını azaltmak gibi gereksiz masrafları kapsamayacak. Asıl büyük kesintiler ücretlerden, devletin vazgeçilmez sağlık ve eğitim hizmetlerinden, yoksullara yapılan sosyal yardımlardan olacak. Bunun yanı sıra “gelir arttırıcı tedbirler” adıyla halkın tükettiği hemen her şeyden alınan vergiler arttırılacak.
İkincisi, yine uluslararası finans çevreleri bankalar zora girmesin diye devletin yüklü döviz borcu olup ödeyemeyen “büyük” şirketleri kurtarmasını istiyor. Açıktan kamuoyunun gündemine gelmese de bu tür taleplerin giderek güçleneceği ifade ediliyor. Şöyle bir mekanizmanın kurulmasından söz ediliyor: Özellikle dövizle borçlanıp dövizdeki hızlı artış nedeniyle aldıkları kredileri ödeyemeyen şirketler bir anlamda “affedilecek”. Bu, şirketlerin bankalara olan borçlarının “kamulaştırılması”, yani devletçe üstlenilmesi biçiminde olacak. Böylece hem söz konusu şirketler borçlarından kurtulmuş olacak hem de bankalar ödenmeyen krediler nedeniyle zarar görmeyecek. Borçlar, şirketler yerine devlet tarafından ödenecek. Peki devlet bu parayı nereden bulacak? Muhtemelen iç borçlanmaya gidecek ve borcu çevirebilmek için halk yararına harcamaları kısıp dolaylı vergileri artıracak.
Ne Yapmalı?
Önümüzdeki aylar, işçi ve emekçiler tepki göstermez ve direnmezse yoğun işçi çıkarmalara, vergi artışlarına, hayat pahalılığına, ücretlerin yükselen enflasyonun gerisinde kalarak erimesine, işçilerin “esnek” şekilde, işverenin işe çağırdığı günlerde çalıştırılmasına sahne olacak gibi görünüyor. Kuşkusuz bu koşullarda sendikalara ve işçi örgütlerine büyük görev düşüyor. Ekonomik krizin işçiler ve emekçilerde yol açacağı yoksullaşmayı engellemek için bir dizi talep ileri sürülebilir. Örneğin, tüketimden alınan vergilerin değil şirketler ve varlıklı kesimlerden alınan vergilerin artırılması talep edilebilir. Kriz bahanesiyle işçi çıkarmanın engellenmesi istenebilir. Ücretlerin hedeflenen enflasyona göre değil gerçekleşen enflasyona göre artırılması talep edilebilir. Başta elektrik, doğal gaz olmak üzere temel ihtiyaç maddelerine zam yapılmaması istenebilir. Kısacası, işçiler en ufak bir sorumluluk taşımadıkları kriz karşısında “fedakârlık” yapmayı reddedebilir.
Her ne olursa olsun krize karşı hangi taleplerin ileri sürüleceğine ve nasıl örgütlenip tepki gösterileceğine işçiler ve sendikalar karar verecek. Yeter ki sistemin ve siyasi iktidarın çizdiği pembe tablolara inanılmasın, kriz bütün ağırlığıyla işçiler ve emekçilerin üzerine çökmeden harekete geçilebilsin.
[1] Bkz. http://www.hakanozyildiz.com/2017/02/borcluyum-kederliyim-her-ne-desen-haklsn.html
[2] Bkz. https://www.dunya.com/kose-yazisi/dis-borca-iliskin-bu-tabloyu-iyi-okumak-gerek/410237
[3] Bkz. https://tr.sputniknews.com/ekonomi/201706301029093250-chp-milletvekili-akar-osmangazi-koprusu-zarar-maliyet/
[4] Bkz. http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/tasarruf-hedefi-76-milyar-tl-40962979
(Bu yazı İşçi Gücü Dergimizin 39. Sayısında yayımlanmıştır. Dergimizin PDF’ine web-sitemizdeki “İŞÇİ GÜCÜ” sekmesinden ya da bu linkten erişebilirsiniz; https://tumtis.org/wp-content/uploads/dergi/tumtisdergi_39.pdf)